21 Haziran 2016 Salı

Saman Sarısı & Nazım Hikmet



seher vakti habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alaca karanlıkta alt ranzada
sacları saman sarisi kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekispires
bilmiyorum nereden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum
varşova’da biristol oteli'nde
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
oysa karyolam tahtaydı dardı
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
saçları saman sarisi kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
oysa karyolası tahtaydı dardı
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan
asansör bozulmuş yine
aynaların içinde iniyorum merdivenleri
belki yirmi yaşındayım belki yüz yaşındayım
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
uçuncu katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor
sağ elimde kederli bir gül açıldı ağır ağır
kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
sair nikolas gilyen havana'ya dondu çoktan
yıllarca avrupa ve asya otellerinin hollerinde oturup içtikti
yudum yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hatta yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli olur mu çizmelerden
oluyordu onlarınki
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
butun yapılara butun taşıt araçlarına butun canlılara
her sese her kımıltıya ateş ediyorlar
hatta şopen sokağı’nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir ss mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış miydi yağından sabun saclarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen
yelin içinde sıcak bir francala gibi
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
belveder yolunda düşündüm lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
bana ilk ve belki de son niş_animi bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
sacları saman sarisi kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanepeler bebek
evlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviye çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşünden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alaca karanlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve iste kira kof şehrinde kapris barı
vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir tas kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cigara paketinde
gözlüklü bir garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
sigaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avlucunda
ayrılık masanın üstündeydi dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu fark etmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi
diyemem tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu
ama kendisi vardı
vakit hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakit hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
yegelon üniversitesi’nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor
bozmağa çalışıyor kopernik'in araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında roka
ene rol oynuyor katolik öğrencilerle
vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı nova huta'nin
orda köylerden gelen genç isçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
meryem ana kilisesinde can kulesinde saat başlarını çalan
borazan gece yarısını çaldı
ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden
öldürülmenin acısını düşündüm
vakit hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş
bir vapur iskelesi gibi arkada kaldı
seher vakti habersizce girdi gara ekispires
yağmurlar içindeydi pirag
bir gölün dibinde gümüş kakma bir saatti
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekispires
yağmurlar içindeydi pirag
sen yoksun
uyuyorsun alaca karanlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünun en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi viltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
butun pencerelerde perdeler inik
tramvaylar bomboş geçiyor
biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
ne kumaş ne kristal ne et ne şarap
ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi
yalnızlıkta on kat artan ihtiyarlığın kederinden
silkinmek için lejyon erler köprüsü’nden martılara ekmek atıyor
gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
her lokmayı
vakitleri yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değilim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
moskova'ydı üst ranzadaki belki
duman basmış leh toprağını
birest'i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerinin içinden geçiyorlar
berlin'den beri kompartımanda bir başımayım
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş moskova'da
garda genç bir kadın beni karşıladı
beli karınca belinden ince
saçları saman sarisi kirpikleri mavi
tuttum elinden yürüdük
yürüdük günesin altında karları çıtırdata çıldırta
o yıl erken gelmişti bahar
o günler çoban yıldızına haber uçurulan günlerdi
moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın mayakovski alani'nda yitirdim ansızın
seni oysa ansızın değil çünkü önce yitirdim
avlucumda elinin sıcaklığı senin sonra elinin
yumuşak ağırlığını yitirdim avlucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde
tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
istanbul’da saray burnu akıntısını çıkıyor bir römorkör
ardında uç macuna
gaf ediyor da vah vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara kızıl meydandan römorkörün
kaptanın seslenemedim çünkü makinesi öyle
gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı yorgundu da
kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara kızıl meydandan
görmedik
girdim giriyorum moskova’nın butun sokaklarında butun
kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler
şapşal kızlar da var ama onlardan bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
prag’da aldı
görmedik
vakıalarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem
koşuyor önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telaştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
bolşoy'a gitmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
kalamış’ta balıkçının meyhanesine girdim
ve sait faik'le tatlı tatlı konuşuyorduk ben hapisten
çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi
ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estirt orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardıroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı gece yarısını stirasnoy manastırı'nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu
fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve stirasnoy alanı'na şimdi puşkin alanı kar yağmağa başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını
elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedefli düğmeleri koskocaman
görmedim
on dokuz yaşım beyazıt meydanı’ndan geçiyor çıkıyor
kızıl meydanca konkord'a iniyor abidin'e
rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz
evveli gün gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü
titof da dolaşıp dönecek hem de on yedi buçuk kere
dolanacak ama daha bundan haberim yok
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz abidin'le tavan arasındaki otel odamda
sen ırmağı da akıyor notr dam'in iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum
sen ırmağını rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda
paris damlarının bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili, mavi kirpikleriyse yüzünde bulut
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz abidin'le
meydanda fırdonen celalettin'den konuşuyoruz
abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve matis bir manavdir kozmos yemişleri satar
bizim abidin de oyle avni de levni de
mikroskopun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar renkler ve sairleri ressamları çalgıcıları onların
hamlenin resmini yapıyor abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
öyle görüp öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan
vakitlari tuvalinda abidin'in
sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip
kaç kere bulacağım
işte böyle işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir
parçasını sen ırmağına sen misel köprüsü’nden
ömrümün bir parçası mösyö dupon'un oltasına takılacak
bir sabah çiselerken aydınlık
mösyö dupon çekip çıkaracak onu sudan paris'in mavi
suretiyle birlikte ve hiçbir şeye benzetemeyecek
ömrümün bir parçasını ne balığa ne pabuç eskisine
atacak onu mösyö dupon gerisin geriye paris'in suretiyle
birlikte suret eski yerinde kalacak
sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük
mezarlığına ırmakların
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar
salına salına dönecekler basımın üstünde
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
abidin'e söylemeli de resmini yapsın beyazıt meydanı’nda
şehit düsenin ve gagarin yoldasın ve daha adini sanını
kaşını gözünü bilmediğimiz titof yoldasın ve ondan
sonrakilerin ve tavan arasında yatan genç kadının
küba’dan döndüm bu sabah
küba meydanında altı milyon kişi akı karasi sarisi melezi
ışıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini
güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin abadin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı baliğinkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin abidin
1961 yazı ortalarında küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bu günü de gördüm ölsem de gam yemem
gayrinin resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık
havana'da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
bir el gördüm havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz
kıyısına yakın bir duvarın üstünde bir el gördüm
ferah bir türküydü duvar
el okşuyordu duvarı
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının
on yedi yaşındaydı el ve mariya'nın memelerini okşuyordu
avlucu nasır nasırdı ve karayip denizi kokuyordu
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun
yirmi beş yasındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan
otuz yasındaydı el ve havana’nın 150 kilometre doğusunda
deniz kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu
okşuyordu duvarı
sen el resimleri yaparsın abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini
kübalı balıkçı nikolas'in da elini yap karakalem
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya
kavuşan ve okşamayı bir daha yitirmeyecek kübalı
balıkçı nikolas'in elini
kocaman bir el
deniz kaplumbağası bir el
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el
artık butun sevinçlere inanan bir el
güneşli denizli kutsal bir el
fidel'in sözleri gibi
bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp yeşerip ballanan umutların eli
1961'de küba’da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler
ve çok rahat evler gibi ağaçlar diken ellerden biri
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el
yalansız hürriyetin eli
fidelin sıktığı el
ömrünun ilk kurşunkalemiyle ömrünun ilk kadına
hürriyet sözcüğünü yazan el
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları kübalıların
bal kutusu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi
ve gözleri parlıyor erkeklerinin
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor
mutluluğun resmini yapabilir misin abidin
hürriyet sözcüğünun resmini ama yalansızının
aksam oluyor paris'te
nötr dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve paris'in
bütün eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı
filan düşünüyorum ve anlıyorum ki
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla
dökülüyor onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir o dur
paris'te bir kestane ağacı olacak
paris'in ilk kestanesi paris kestanelerinin atası
istanbul’dan gelip yerleşmiş paris'e boğaz sırtlarından
hala sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filan olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabin vaadini
yapanlar yazısını dizenler nakışını basanlar bu kitabı
dükkanında satanlar para verip alanlar alıp da seyredenler
bir de abidin bir de ben
bir de saman sarısı belası, başımın.

17 Haziran 2016 Cuma

Kalbimin En Doğusunda & Didem Madak



aşkın kanununu tahsil etmiştim kalbimin en doğusunda
içimde yağmur duasına çıkmış birkaç köy
birkaç köy sular altında
kalbimin doğusu,
her resme güneş çizen bir çocuktu.
gam yükünün kervanları yürürdü dudaklarımda
kavruk ve çatlaktı dudaklarımın toprakları
ölümün ötesinde bir köy vardı
orda, uzakta, kalbimin en doğusunda
şimdi bana yalnızca
dertli türkülere duyduğum karşılıksız aşk kaldı
güzel beyaz bir tay doğururdu her sene hafızam
yorgundu oysa
durmadan, durmadan hatırlamaya koşmaktan.
kalbimin doğusunda bir yalan dünya vardı.
okyanusları mavi olmayan.
benim için hayat,
kalbi kalpazanlıktan kırk sene yatmış çıkmış bir adamdı.
geçmişim acıyor şimdi, yalnız benim değil
benim ülkemin geçmişi de acıyor mesela.
bilirdim oysa ilk badem ağaçları çiçek açar baharda.
bilirdim çiçek satan çingene kızlarını
onlar bütün şimdileri, bütün zamanlara
bir gül parasına satardı.
oğlan kıza bir gül alsa
bilirdim odur en kırmızı zaman.
adına aşk diyorlardı
kalbimin doğusunda bir yalan dünya vardı.
kim bir şairi kırsa
şair gider uzun bir dizeyi kırar mesela
bilirim kim dokunsa şiire
eline bir kıymık saplanacak.
bilirim kırılmış dizeleri tamir etmez zaman
yorgunum oysa
durmadan kendime bir tunç ayak aramaktan.
aşkın kanununu tahsil etmiştim kalbimin en doğusunda
boş salıncaklar gibi gıcırdayarak konuştum karanlıkla
kediler gibi mırıldanarak.
alkolden bir denize bıraktım kalbimi
kırmızı bir sandal gibi
arka sokaklarda sarhoş konuştum karanlıkla
avuçlarımla konuştum
allah büyüktür diyen insanlar gibi.
kedi dili bisküvilerinin bir pastayla konuşması gibi
yumuşak ve kremalı konuştum onunla.
boynumda leylaklar açardı baharda
mor ve pembe konuştum karanlıkla
gece açılıp gündüz kapanan bir parantezdim
sözler vardı içimde işe yaramayan
sözlerle konuştum karanlıkla...
önce söz yoktu kalbimin en doğusunda
sözler...
bir yağlı urgandı acıyı boğmaya yarayan

14 Haziran 2016 Salı

Bir İnsanı Güldürebilmek...




Bir insanı en çok mutlu eden şey, bir insanın size gülümsemesidir. Bu gülümsemeyi daha çok anlamlandıransa sizin yapmış olduğunuz yardıma karşılık olmasıdır. Şu ana kadar çevremde birçok insanın gülümsemesine şahit oldum ama benim için en özeli birlikte basketbol oynadığım çocuğun teşekkür ederken gülümsemesidir. Güzel bir vakit geçirmesine katkıda bulunmamdan dolayı öyle bir sarıldı ki bana iyi bir şey yapmanın mutluluğunu yaşadım diyebilirim. O gülümsemeyi hiçbir zaman unutmayacağım. 

Kendinizi iyi hissetmeniz için yardım edin, bir insanı gülümsetebilen insan olun.

12 Haziran 2016 Pazar

Değişim



“Yoldan geçenleri izlerken “Ne çok insan var” diye düşündüm. Hepimiz bir yerlere gidiyoruz, birileriyle konuşuyoruz, çalışıyoruz, dinleniyoruz. Ne kadar çoğuz. Hepimiz ne kadar çok kendimizi önemsiyoruz. Hayallerimiz var. Çok azımız uyguluyor hayallerini. Uğraşıyoruz yine de. Belli bir yaşa kadar, bir şey olmaya çalışıyoruz. Olamayanlarımız çocuk yapıyor, kendi olamadıklarını, onlar olsun istiyor. Kafamızdaki olmak istediğimiz insan da farklı farklı. Genelde çok zengin olmak istiyoruz. Sıradan olmayı hazmedemiyor yine birçoğumuz. Özel olmalıyız, en azından bir kişi için. Kafasında olmak istediği kişiyi olamamış biri olarak, başka bir olamamış ile ilişkiye giriyoruz. İki sıradan insan, birbirinin ne kadar özel biri olduğunu hatırlatıp duruyor. Aralarından biri hatırlatmayınca ilişkiyi kesip, başka bir sıradana hatırlatması için arayışa giriyor. Uzun süre hatırlatanlar belli bir zaman sonra sıkılıp evleniyor, baktılar ki ikisi de birbirine bunu hatırlatmaktan sıkılmış, çocuk yapıp onu dünyanın en özeli kılıyorlar. Seçildiği için, annesinin babasının sıradanlığını aşmakla görevlendiriliyor. İstediği gibi biri olmak yerine, anne-babanın kafasında olmak istediği ama olamadığı insanı olmak zorunda. Hayır demesi neredeyse imkansız… Bu hayır diyemeyenler de büyüyüp çabalıyor, olmuyor, birini buluyor, sıkılıyor, çocuk yapıyor… Bu kısır döngü, böyle sürüp gidiyor, gittikçe artıyoruz.”